Haklı olmak mı, mutlu olmak mı daha önemli

Post Reply
User avatar
Halil Necati
Posts: 618
Joined: 02 Nov 2007, 19:54

Haklı olmak mı, mutlu olmak mı daha önemli

Post by Halil Necati »

Sema Maraşlı

Haklı olmak mı, mutlu olmak mı daha önemli?

Hakkımızın yendiğini düşündüğümüz zaman açık ya da gizli cezalar uygulamaya başlıyoruz. Eşimizi cezalandıralım derken aslında en çok kendimizi cezalandırmış oluyoruz.

'Ben bunu hak etmedim'

Haklı olmak mı, mutlu olmak mı? İkisi arasında tercih yapmak durumunda kalsanız hangisini tercih ederdiniz?

İkisi bir arada olursa pek güzel olur; ama ikisinin bir arada olması pek mümkün olmaz genellikle. İmtihan dünyası olması hasebiyle.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki "Alkol, uyuşturucu, ruh hastalığı gibi sebeplerle eşlerinden zulüm gören kadınlar bu yazının konusu değil." Uğradıkları haksızlığa karşı onlara yardım etmek gerek. Onlar haklarını arasınlar.

Aile içinde tartışma, kavga, tartaklanma gibi tatsız durumların ortaya çıkmasında hak arayışı ne kadar önemli bir etken ona bakmak lâzım. Öncelikle ben şuna inanıyorum. İnsan kendine iki dünya kurmalı. Birincisi sevdiklerimizle ayrı bir dünyamız ve kurallarımız olmalı. Bir de onların dışındakilerle ayrı bir dünyamız ve kurallarımız olmalı. Dış dünyada hak aramak lâzım. Mü'min ne hak yer, ne de hakkını yedirir.

Ancak sevgi ilişkisi olan yerde hak davası güdülmemeli. Yoksa sevgiyi kaybederiz. Evliler bilirler, haklı olup, sonu mutsuz biten ne çok durumlarda kaldıklarını. Önemli olan haklı olduğun halde sevgiyi ön plana alıp, sevdiğini üzmemek için onu düşünerek hatayı görmemek.

Kitaplarımda olsun, seminerlerimde olsun "Evlilik hayatında hak arayışının yanlışlığına" hep dikkat çektim. "Muhabbet Olsun" kitabımda kadınların atacağı ilk adım da Şirin'e tavsiyem "Kadın Haklarını Unut"tur. Maalesef ki günümüzde kadın hakları sürekli gündemde tutulmaya çalışılıyor.

Dünya atasözleri kitabında bir atasözü okumuştum: "Tavuklar da sabahın olduğunu görürler; ama ötmezler." Tavuklar da kör değil, havanın aydınlandığını görüyorlar; ama seslerini çıkarmıyorlar. Biliyorlar ki sabahın olduğunu haber vermek için ötmek horozun işi. Saygıyla bekliyorlar.

Günümüzde yapılan ise tavukları kışkırtmak. "Siz niye bağırmıyorsunuz, sizin niye sesiniz çıkmıyor, hep horozlar bağırıyor, siz eziliyorsunuz, mecbur musunuz onların sesini dinliyorsunuz?..." gibi sanki tavuğu düşünüyormuş da tavuktan yanaymış gibi davranıp kümesi birbirine düşürmek maksat. Horozlar, yumurtlamak için kendini parçalamaya çalışmadığı halde tavuklara ne oluyor ki horoz gibi ötmeye çalışıyorlar? Herkes yaratılışına uygun davranmalı.

Allah (c.c) Rûm sûresi 21. âyet-i kerîmede: “Sükûna ermeniz için size kendinizden zevceler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koyması onun (kudretinin delillerindendir) ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda düşünen toplumlar için ibretler vardır.” buyuruyor.

"Sevgi ve merhamet"e dikkat çekiyor, Rabbimiz. Evlilikte en önemli iki şey: Merhamet: ikram etmek ve bağışlamak demek. Sevginin yaşaması için ikrama ve bağışlanmaya ihtiyacı var. Hak davası önemli olsaydı" sevgi ve adalet" verilirdi. Evimiz "Adalet Sarayı" değil, "Sevgi Bahçesi" olsun.

Affedici olmalıyız. Hataların çetelesini tutup günü gelince, kızıverince ortaya dökmek için saklamamalıyız. Sinirlendiğimiz zaman "Geçen sene şunu yapmıştın, geçen hafta şunu söylemiştin" diye sayıyorsak kendimize göre uğradığımız haksızlığın telafisini istiyoruz demektir.

İnsan kendini bütün iyi şeylere layık görür ve bunları yaşamak ister. Umduğumuz şeylere kavuşmak istiyoruz. Hayal ettiğimiz evliliği yaşamak istiyoruz.

"Yoksa (her) umduğu şey insanın (kendisinin) mi olacaktır?" (Necm; 24) diye bizi uyarıyor Rabbimiz.

Neyin hak, neyin hak olmadığı, kime göre hak, kime göre haksızlık olduğu evlilik ilişkisinde keskin çizgilerle belli olmaz. Bu kişilere göre kültüre göre değişir.

Kendi hatalarımızı görmediğimiz için de haksızlığa uğradığımızı düşünüyor olabiliriz. Genellikle olaylara kendi penceremizden bakarız ve görmek istediğimiz kadarını görürüz ve başkalarına da öyle anlatırız. Bir de karşıdakinin penceresinden bakmak lâzım. Kime göre haklısın? Kendine göre.

Bazen iki taraf da haklı olabilir.

Erkek: "Karım çok çabuk yüzünü asıyor. Çok şey beklemiyorum sadece bir güler yüz istiyorum buna da hakkım vardır herhalde." diyor.

Kadın da buna benzer şeyler söylüyor: "Akşam eve iş sorunlarını getirmesin. Asık yüzle gelmesin, bir güler yüz de beklemeye hakkım yok mu?" diyor.

Kadın: "Her gün evde kahvaltı yapıyorum, pazar günleri olsun dışarıda kahvaltı yapmaya hakkım var." diye düşünüyor.

Erkek: "Her gün dışarıdayım haftanın bir günü şöyle evimde ayaklarımı uzatayım, rahat rahat kahvaltımı yapayım, gazetelere bakayım, her gün çalışıyorum bir gün dinlenmek benim de hakkım." diye düşünüyor. O zaman ne olacak? Gezmek için bile olsa erkek dışarı çıkmayı bir yorgunluk olarak görebilir.

Kocanız işten yorgun geldi ve bir sebeple kızdı bağırdı. Hiçbir suçunuz yok. Ne yapmalısınız? Karşısında sizde mi bağırmalısınız?

Karınıza "şu saatte seni alacağım" dediniz "tamam" dedi gittiniz, hazır değil, sizi bekletti ne yapmalısınız? Bağırmalı mısınız? Sabırla beklemeli misiniz?

Bu durumlarda haklılığı değil mutluluğu ön plana almak gerekir. Yaptığımız iyiliklerin karşılığını hemen görmek istiyoruz.

Oğluna çok düşkün bir anneye "Bu kadar üstüne düşmeyin, artık evlenme yaşına gelmiş. Evlenince de böyle yaparsanız gelininiz kıskanır." dedim. Kendinden çok emin bir şekilde "Benim gelinim iyi olacak; çünkü ben kayınvalidemle çok güzel anlaştım, çok hizmet ettim." dedi.

Yaptıysan bir iyilik karşılığını mutlaka dünya da alacaksın, yaptıysan bir kötülük onun da mutlaka cezasını dünya da çekeceksin diye bir garanti yok.

Sonuçta biz bu dünya için yaratılmadık. Gerçek hayat ölüm sonrası olduğu için de yaptıklarımızın karşılığını esas orada bulacağız.

Velev ki gerçekten de haksızlığa uğradık; Allah(c.c) bir ismi de "Âdil"dir. Allah adalet sahibidir, haksızlık ve zulüm yapmaz. Haksızlık ve zulme maruz kalan kişi bağışlamadıkça da haksızlık edenleri bağışlamaz. Allah (c.c) ın "âdil" olması bütün suçların cezasını ya da iyiliklerin mükafatını dünyada vereceği anlamına gelmez. Bazılarını hem dünya da hem ahirette bazılarını ise sadece ahirette verebilir.

Nisâ 40. âyet-i kerîmede:"Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez." buyruluyor. Dışarıdan bakıldığı zaman haksızlık gibi görünen olayların altında kim bilir ne hikmetler vardır, bilmiyoruz.

Yaptıklarımızın karşılığını dünyada beklemek bizi depresyona sokuyor, kırgın ve kızgın yapıyor. Psikologlara giden kadınların çoğu maddi imkanı iyi hanımlar ve genellikle eşleri ile ilgili problemlerden gidiyorlar. Ortada dayak şiddet falan yok, iletişim çatışması var. Çoğunluğu eşleri tarafından haksızlığa uğradığını düşünüyor. "Ben ne hata yaptım?" diye kendini sorgulayan pek olmuyor.

Aslında bu kadar hak davasına düşmemiz, bir noktada da imanî zayıflığımızı gösteriyor. Bir sonraki hayata olan inancımız yakîn, sağlam bir iman olsa haksızlık karşısında bu kadar öfkelenmeyiz. Demek ki ahiret konusunda ciddi endişelerimiz var, âdil alan Rabbimize karşı güvensizliğimiz var ki adaleti kendi elimizle sağlamaya çalışıyoruz.

Kaderle sürekli kavga halindeyiz. Yaşadıklarımızı bir türlü kabullenemiyoruz. "Ben bunu hak etmedim. Ben daha iyi bir kocayı hak ediyorum. Ben daha güzel bir kadını hak ediyorum. Ben bu davranışları hak etmiyorum. Bunları yaşamamam lazımdı." Al eline bir kalem, yaz kaderini o zaman!

Hakkımızın yendiğini düşündüğümüz zaman açık ya da gizli cezalar uygulamaya başlıyoruz. Eşimizi cezalandıralım derken aslında en çok kendimizi cezalandırmış oluyoruz.

Seminerlerimde özellikle bu konu üzerine duruyorum. Bu güne kadar bu konuda onlarca seminerde, yüzlerce hanıma hitap ettim, ikişer ay süren 6 kur evlilik okulu yaptım. Hak davası gütmeyi bırakan bütün hanımlar eşleri ile güzel bir iletişim kurmayı başardılar, mutlu oldular. "Hiçbiri de kocam beni ezmeye başladı." diye şikâyette bulunmadı.

Haklı olduğunu düşünen kendi haksızlıklarını görmekte kör olduğu için özür dilemek de istemiyor. "Haklısın, özür dilerim." demek her şeyden ağır geliyor. Karı koca birbirlerine kırgın bir ömür sürüyorlar.

Bakara sûresi 228. âyet-i kerîmede Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Erkeklerin kadınlar üzerinde ma'rûf (meşrû olan) hakları olduğu gibi kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve görevleri bakımından) bir derece fazladır. Allah mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir."

Eşinin hakkını yerine getirmeyenlere, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah (c.c) hesap soracak, biz değil. Âyet-i kerîmenin sonuna dikkat edelim. Bu hakların hikmetini anlamayabiliriz, nefsimize ağır da gelebilir; fakat Yaradan'ımıza güvenmeliyiz. Emrin hikmetini anlamasak da "işittik ve itaat ettik" demek zorundayız; eğer müslüman isek. İslam'ın kelime anlamı "teslim olmak" demektir.

Dinimiz kadın- erkek haklarını bize bildirmiş. Bizim işimiz hak aramak değil, eşimizin hakkını yerine getirebilmek için görevlerimizi yapmaktır. Erkek kendi sorumluluğunu bilmeli ve yerine getirmeli, kadın kendi sorumluluğunu bilmeli ve yerine getirmeli.

Allah(c.c) bize eşimizi sormayacak "eşin ne yaptı ya da ne yapmadı" diye. Bize bizi soracak. "Sen üzerine düşenleri yaptın mı, görevlerini yerine getirdin mi." diye. Nasıl cevap vereceğiz? "O şunu şunu yapmadığı için, ben de şunu yapmadım, o bunu bunu yapmadığı için, ben de bunu bunu yapmadım." Böyle cevaplar "sen görevlerini yaptın mı?" sorusunun cevabı olamaz.

Eskiden en önemli kavram sorumluluktu, çağımızda ise haklar sorumluluğun yerini aldı. Özellikle kadınları kışkırtmaya çalışıyorlar.

Hanımlar!

"Hakkınızı arayın, ezilmeyin" gibi zehirli gazlara lütfen gelmeyin. Ruhunuzu zehirlemeyin, dünya ve ahiret mutluluğunu kaçırmayın. Görevimiz hak aramak değil, sorumluluklarımızı yerine getirmemizdir. Eşimize değil, öncelikle kendimize bakalım. Allah ve Resulunün gösterdiği yoldan ayrılmayalım.

Elbette hatalarımız olacak. Önemli olan iyi niyetle bize emredileni yapmak için elimizden gelen gayreti göstermektir. Biz kadınlar, belki kocalarımızın haklarını yüzde yüz yerine getiremeyeceğiz ama hedefimiz yüzde yüz olsun. Yüzde yetmiş, yüzde seksen yapsak da gayretimizi eşimiz mutlaka takdir edecektir. Hatalarımızı görmezden gelecektir.

Erkekler de kavvamlık (yöneticilik ve koruyuculuk) görevlerinde hatalar yapabilirler. Biz de onların hatalarını görmemeye çalışalım. Hatalar karşısında nasıl davranmamız gerektiği konusunda yine Rabbimiz bize yol göstermiş. Hak aramaya değil, affetmeye teşvik etmiş. Affetmeyle ilgili çok âyet var.

"Ey iman edenler! Şüphesiz eşlerinizden ve evlatlarınızdan size düşmanlık etmiş olanlar vardır. Onlardan sakının. Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız şüphesiz Allah da çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (Tegabün; 14)

Kim istemez, eşini affetmenin karşılığında Rabbinin affına mazhar olmayı?

Yazımı "Kulak Âşık Olurmuş Gözden Evvel" kitabımdan haklar ile ilgili bir bölümle bitirmek istiyorum.

"Cezaevlerinde bir araştırma yapmışlar: Kocasını öldüren kadınlara sormuşlar. 'Kocanızı öldürdüğünüz için pişman mısınız?' 'Hayır değiliz, öldürülmeyi hak etmişti' demişler. 'Mutlu musunuz?" diye sormuşlar. 'Hayır mutlu değiliz, dışarıda bir hayat bıraktık.' O zaman haklı olmak her zaman mutlu olmayı gerektirmiyor, diye bir sonuç çıkarmışlar.

Cezaevlerinde yapılan başka bir araştırmaya göre de, insanları en çok öfkelendiren, suç işlemeye teşvik eden “Ben bunu hak etmedim” düşüncesiymiş. Hak etmediğini düşünen insan öfkesini kontrol etmek de zorlanıyormuş. O bunu hak ediyor ya da ben bunu hak etmedim düşüncesi, öfkenin ve hayatı mahvetmenin en büyük sebebi demek ki.

Bu düşünceler sadece öfke ateşini körüklemekten başka bir işe yaramıyor. Her öfkelenen cezaevine düşmüyor ama evini, cezaevine çeviriyor. Sevgiler zincirleniyor. İnsanlar evlerinde nefes alamıyor.

Başkaları için de yapıyoruz bunu:

- O güzel kadın, aldatılmayı hak etmiyor.

- O çirkin kadın, yanındaki yakışıklı adamı hak etmiyor.

- Onlar çok iyi aile bu durumu hak etmiyor.

- O adam o kötü evladı hak edecek bir şey yapmadı.

Hak ettiklerimizi değil, yaşamamız gerekenleri yaşıyoruz. Bizi olgunlaştıracak, çiğlikten kurtaracak hayatı yaşıyoruz. O zaman söylenmeden, şikayet etmeden yaşamalı değil miyiz? Şikayet ederek yaşamayı seçersek yaşadıklarımızın içindeki almamız gereken dersleri, incelikleri kaçırırız.

“Hamdım, piştim, yandım” demiş Mevlâna. Eğer pişerken şikayet edersek, tadımızı bulmadan, çabuk yanarız, öyle değil mi?"
Post Reply

Return to “Köşe Yazıları”