ENE ENE ENTE ENTE

Post Reply
User avatar
hülyanur
Posts: 162
Joined: 29 Jan 2008, 21:12

ENE ENE ENTE ENTE

Post by hülyanur »

Ramazan girmiş olacak. Ben de, aynı sıralar, belki herkes gibi, geçen Ramazan yaşadığım tereddütleri, çalkantıları yeniden yaşıyor olacağım. Mesele aç yada tok olmak meselesi değil. Benimkisi bir yetki kavgası. Şimdiye kadar dilediğini dilediği zaman yemeye alışmışken, şimdi sadece emredilen vakitte yemek zor geliyor. Nefsime, aç kalmaktan çok, terbiye altına girmek ağır geliyor. Ancak, istese de, istemese de, bundan böyle, rızkı, ancak Rezzak`ın, yani Rızkı Veren`in emriyle yiyecek veya yemeyecek. Gerçi, Rızkı veren`i, arasıra unutsa da, çok şükür, inkâr ettiği yoktu. Ancak, şimdi, her iftar vakti, her imsak vakti, herkes gibi, o da, kulağını dört açmış halde gaipten bir emri bekliyor olacak: "Artık, yiyebilirsin" veya "Artık yiyemezsin." Böylece her lokmayı yutuşta veya yutamayışta bir defa daha anlayacağım ki; bana rızık veren ne toprak, ne su, ne güneş, ne ağaç, ne de insanlardır. Rızkı veren, şimdi şu iftar vakti, emrini beklediğimiz kim ise, O`dur. O bir`dir, O`nun izni olmadan rızıklanamayız. O halde O`nun izniyle yemeliyim, O`nun istediği gibi yaşamalıyım.
Oysa, nefis kendi istediği gibi yaşamak isterdi. Meselemiz de buydu. O`nun istediği gibi yaşamak, yada kendi bildiğim gibi yaşamak. Yaşayışım üzerinde kim yetki sahibi olacaktı O mu, ben mi?

Görünüşte, bunun cevabı açık olmakla birlikte, günlük hayatımızda, bu iki tercih arasında gidip geliriz. Nedense, yaşayışımız üzerinde O`nun hüküm sahibi olduğunu açıkça göğüslemekten kaçınır nefsimiz. Garip ki, kendisinin kendi başına buyruk yaşamak istediğini de mertçe telaffuz edemez. Ama, kendisini terbiye edenin O olduğunu söylememek için nice kurnaz manevralar, nice incelikli kaçamaklar icad eder. Hep iki arada, bir derededir.

Nasıl mı
Sözgelimi, Cenâb-ı Hak, şimdi bana, o can yakıcı soruyu sorsa: "Ben kimim, sen kimsin?" Ne cevap verirdim? Ne cevap verirdik?

Başkasını bilmem ama, ben bir gaflete bulunup, "Ben benim, Sen Sensin" diye cevap verirdim. Doğrusu, bu medeniyetin terbiyesiyle terbiyelenmiş aklım, bu cevapta bir yanlış görememişti. Üstelik; elimde kalem-kitap, yıllar yılı eğitimini gördüğüm bilime göre, pekâlâ, "tarafsız", "objektif", "nesnel", "yansız" bir cevap bu.

Ne ki Cenab-ı Hak, sırf bu cevabı için nefsi cezalandırmış, ateşe atmış değil miydi? Bunun için insan ateşe atılır mıydı Hem zaten nefis de, onca yanması kâr etmemiş ki, cevabında ısrar eder: "Ben benim, Sen Sensin." Ama, neden sonra, açlıkla terbiye edilir de, bir başka türlü konuşur: "Sen benim Rabb-i Rahimimsin, ben Senin âciz bir abdinim."

Nihayet, bu cevabı gördükten sonra anladım ki, nefis bir gerçeği saklıyormus; Tarafsız değil, tam tersine, bir hükmü söylememek, kabul etmemek için diretiyormuş. Anlaşılan tarafsızlık, objektiflik idealini gözden geçirmem gerekti.

"Ben benim" demek, "Ben kulum" dememekti. Yada "Ben kul değilim" demekti. "Sen Sensin" demek, "Sen Rabbimsin" dememekti "Sen Rabbim değilsin" demekti. Ortada bir tarafsızlık niyeti olmadığı gibi, aslında bu birbirine zıt hükümler arasında tarafsız kalmak mümkün de değildi. Buna göre asıl mesele, taraflı yada tarafsız olmak değil, hangi taraftan olmam gerektiği idi. "Tarafsız" sandığım hâl, "ben kul değilim" demekten yana olmaktı. "Sen Rabbimsin" dememek için bir kaçamaktı. Oysa, kaçacak yer yoktu.

İşte bu kıyasla, nicedir dilimin altında sakladığım sözde tarafsızlıkların yakası bir bir açıldı. Kendimi; nasıl "abd" değil de "ben" diye tanımlıyorsam, sair eşyayı da bir tarafsızlık yaftası içinde, "mahluk" olmaktan, "masnu" olmaktan, "mevcud olmaktan çıkarmıştım. Bana göre, onlar "varlıklar"dı, "varolanlar"dı. Oysa, yıllardır öğrenciliğini yaptığım Risale-i Nur eserlerinde, bir kez olsun rastlamamıştım bu kelimeye. Orada, ısrarla "mevcudat"tan, "masnuat"`tan, "mahlukat"tan bahsediliyordu. Ama, ben yine tarafsızlığımda ısrar edip bunlardan meselâ, "mevcudat"ı, "varlıklar" diye, "var olanlar" diye sadeleştirdiğim olmuştu. Oysa, "mevcudat"ın gerçek karşılığı "varedilenler" olmalıydı; "var olanlar" değil. Şimdi anlıyorum ki, bu iki kelime arasında bir dünya görüşü gizliydi.

Gerçek şu ki, kâinat mevcuddur, mahluktur, masnudur. Yani, kâinat varedilmiştir, yaratılmıştır, yapılmıştır. Varedilenler bir Vareden`e işaret eder; yaratılanlar bir Yaratan`ı gösterir, yapılanlar bir Yapan`dan haber verir. Halbuki, "varolanlar"`bir Vareden`e ihtiyaç duymaz. "Varlıklar" zaten vardır ki, onları açıklamak için, Yapan`a veya Yaradan`a gerek yoktur.

Demek, "mevcudat", "masnuat", "mahlukat" kelimelerini seçerek aslında bir dünya görüşünü seçmiş oluruz. Bir ucunda yaratılanların, bir ucunda Yaradan`ın olduğu iki kutuplu bir gerçeği yakalamış oluruz. "Var eden- var edilen", "Yapan-yapılan", "yaratılan-Yaratan" ekseni içindeki yerimizi alırız. Yani yapılmışlığımızı, var edilmişliğimizi dile getiririz.

Oysa, "var olan" kelimesini seçerek, bir yanda kendi başınalığımızı ima eden, diğer yanda, sadece kendimize yer verdiğimiz ve neredeyse yerine kendimizi koyduğumuz için, Var eden`e gerek duymayan, Yaradan`ı olmayan bir dünyada bir Firavun zavallılığıyla yaşamayı tercih etmiş de olabiliriz. Ki bu tercih, adı üzerinde bir seçimdir. Hiç de tarafsız değil.

Garip ki, günümüz biliminin genel-geçer dili de "yaratılmış"lığı veya "yapılmış"lığı ima eden her sözü taraflı olduğu için reddeder. Bilimin sözü geçen ustalarına göre, "varlık", "varolan" gibi kelimeler tarafsızdır. Evet, bu kelimeler hiç de olmazsa, kâinatın yaratıldığı gerçeğine taraflı değildir. Peki ya, kâinatın kendi kendine varolduğu iddiasına tarafsız mı Elbette hayır! "Varlık" kelimesi kâinatın ezeliyetini ilan edip, Yaratıcısı olabileceği ihtimalini baştan yok sayar. Zaten bu da bilimcilerin dünya görüşünün yansımasıdır. Onlara göre, kâinatın yaratılmış olması diye bir şey söz konusu değildir. "Kâinat yaratılmıştır" dememek için, gerekirse, ona ezeliyet vermeye hazırdırlar. Hem zaten, yaratılmış olsa bile, artık o iş milyarlarca yıl öncesinde kalmıştır; nasılsa kâinat artık rüşdünü ispatlamıştır ve kendi kendine işlemektedir. Bugün Yaratıcı`ya ihtiyaç yoktur. Eşya yapılmaz, kendi kendine olur veya oluşur.

Nefsim de, bilim de ağız birliği etmişler, aynı dili konuşuyorlar. Hani bilimin ustasına "Sen kimsin, Ben kimim?" diye sorulacak olsa, "Ben mahlûkum, Sen Haliksın" dememek için bin dereden sular getirecek. "Tarafsız" olacaktı, "objektif olacaktı, ama illa da, gerçeği teslim etmekten kaçacaktı.

Nefsim de kaçıyor, "Ben benim" derken asıl niyetini saklıyor. Oysa, niyeti Rabbi kabul etmemektir ve ondan da Ötede, kendisini kendisinin Rabbi yapmaktır. Tercih etmemiz gereken şıklar burada bir defa daha netleşir. Kendi kendimizin rabbi mi olalım, yoksa bir Rabbin kulu mu olalım
"Ben kendime malikim` mi diyelim, yoksa "benim Malik`im O`dur" mu diyelim?
Nitekim, Risale-i Nur`a göre, "kâinatın kapıları" burada yaptığım tercihe göre açılır veya kapanır. Hatta bütün insanlık tarihi bu tercihin bir yanında olanlarla, diğer yanında olanlar diye özetlenebilir. Eğer kişi kendini kendine malik sayarsa, kendini Cenab-ı Hakk`ın mülkü saymaz. Kendini Cenab-ı Hakk`ın mülkü saymadığı gibi. Her şeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk`ın mülkünü onlara, sebeplere dağıtır. "Evet, nasıl mîrî malından [devlet malı] kırk parayı çalan bir adam bütün hâzır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de `kendime mâlikim` diyen adam, `her şey kendine maliktir` demeye ve itikad etmeye mecburdur."

O mecburiyetledir ki, "ben benim" diyen adam, "her şey var olmuştur" der ve öyle itikad eder. Bu yüzden, felsefenin gölgesi altındaki bilimin dili ve oruçsuz nefsimin dili deterministtir. "nedenselci" dir. Esbap peresttir, tabiatçıdır. Meyveyi ağaçtan, ağacı topraktan, yağmuru buluttan ister. Nimetleri sebeplerden bilir, sebeplere tesir verir.

Meyveyi ağaçtan bilmek zorundadır, çünkü ona meyveyi vereni inkâr etmiştir. Meyveyi vereni inkâr etmek zorundadır, çünkü kendisini O`nun hükmü altına sokmak istemez, kendini O`nun mülkü saymak istemez.

Şimdi oruçluyuz. Diyelim ki, şu an önümüzde güzel bir meyve vur, ama yiyemiyoruz. Oysa, meyveyi yemek için bütün sebepler hazırdır. Dalından koparılmıştır; gereğinde, ücreti ödenmiştir, iştahımız yerindedir. Ama yine de "yiyebilirsin!" emrini bekliyoruz. Çetin bir imtihandır bu. Sadece yemek-yememek imtihanı değildir. İki dünya görüşü arasından birinde yerimizi almak zorundayız. "Meyveyi yapan ağaç değildir, çünkü ağaçtan kopardığım halde onu yiyemiyorum. Demek meyveyi veren başkasıdır. Meyve verilmiştir, varolmuş değil" mi diyeceğiz? Yoksa, "Meyve zaten, öylesine varolmuştur" deyip, meyveyi ağacın yaptığını ima ediyor mu olacağız "Meyveyi onu verenin izni olmadan yiyemediğime göre, ben de O`nun emri altındayım" mı diyeceğiz? Yoksa, "Meyve öylesine varolduğuna göre, onu yemek için kimsenin iznini almam gerekmez" mi diyeceğiz. "Ben benim" mi diyeceğiz?

Oysa, "Ben kulum` diyemediğimiz sürece, "Sen Rabsin" de diyemiyoruz. Rabbimizi görecek pencere, kendi ubudiyetimizi gördüğümüzde açılır. O`nun Rububiyetini, yani terbiye ediciliğini ancak kendi üzerimizde O`nun terbiye eserlerini gördükten, duyduktan sonra, görmeye, duymaya başlarız.

Şimdi karnımız aç ve daha önemlisi, O aç olmamızı istediği için açız. Yani, O`nun terbiyesi altındayız. Hazır, karnımız açken, kendimize bir daha sorsak: Neredeyim? Nefsimden yana mı, Rabbimden yana mı Bilimin "tarafsızlığı"ndan yana mı, yoksa kul gibi konuşmaktan yana mı

Ramazan`ınız mübarek ola.


Dr. Senai Demirci
BİRBİRİNİZİ CAN KARDEŞLER GİBİ,KAN KARDEŞLER GİBİ,ANA BABA BİR KARDEŞLER GİBİ,HATTA ONDAN DA İLERİ SEVMELİSİNİZ...[marq=right][/marq]
Post Reply

Return to “Fıkıh”