gülesevda wrote:...haksızlık karşısında da susmalı mıyız?
Aslında hemen hepimiz kendimize karşı yapılmış haksızlıklar karşısında tepkili, diğerlerine karşı yapılanlar karşısında ise suskun kalırız, genellikle.
Doğru olanın: her iki halde de suskun kalmamak gerektiği fikri gelir aklımıza. Çünkü suskun kalınır ise “haklı” ve “haksız” arasındaki adalet sağlanamamış ve “haksız” taraf yarar sağlamış olur. Bu aynı zamanda haksızların yanında yer almak ve onları bu hareketlerinde cesaretlendirmek ve bu yola (daha birçok kimse için) yol açmak olur ki, haksızlıklar/zulüm zirveye ulaşır.
Sevgili peygamber efendimiz (s.a.v.) henüz peygamberlik vazifesi verilmeden evvel de haksızlıkların önlenmesi ve ortadan kaldırılması için “hılfu’l-fudûl” içinde yer almıştı.
Mü’minlere (tabiri caizse) namaz ve oruç gibi yüklenmiş diğer bir yükümlülük “iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek” vazifesidir. Maalesef bunun şuurunda değiliz. Yüce Allah (c.c.) “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” diye hitap ederken bunu “iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah’a iman edersiniz”e bağlamaktadır.
Bu meyanda sevgili peygamber efendimiz (s.a.v.)’de “Kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Eliyle değiştirmeye gücü yetmiyorsa, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmiyorsa kalbiyle o kötülüğe buğz etsin. Ancak bilin ki bu imanın en zayıf derecesidir” buyurmaktadır.
O halde “hayırlı ümmetin” içinde miyiz ve “imanımızın derecesi” nedir? sorusuna fert fert cevap aramalıyız.
Bunun böyle olması toplumda fitne ve anarşinin, haksızlığın yaygınlaşmasına engel olunması içindir. Çünkü emredilen gibi davranılmadığında hastalık bütün topluma yayılır ve tedavi edilemez dereceye yükselir. “Her koyun kendi bacağından asılır” sözünü doğru anlayabilmek lazımdır. “Emr-i ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” yapan bir Allah dostunu komşuları kadıya şikayet ederler. Adamlar “Ne karışıyor, her koyun kendi bacağından asılır” diye müdafaa eder ve kadı Allah dostu’na bu hareketinden vazgeçmesini söyler. Mahkemeden çıkan zât bir koyun keser ve yüzmeksizin bacağından evinin bahçesine yol tarafına asar. Birkaç gün geçtikten sonra koku mahalleyi kaplar ve yine kadıya şikayetçi olunur. Bu sefer savunma Allah dostundadır: “Kadı efendi! Malum olduğu üzere her koyun kendi bacağından asılır amma, kötü kokusundan tüm çevresi rahatsız olur” buyurmuşlar. Gerçekten de, kontrolsüz ateş yakan birini uyarmamak, mani olmamak tüm mahallenin yanmasına sebep olabilir. Bugün bize dokunmayan yılan, yarın bizi sokabilir.
Sevgili peygamber efendimiz (s.a.v.)’in bir diğer mübarek sözleri : “Mazlum da olsa, zalim de olsa, kardeşinize yardımcı olunuz”dur. Böyle buyurunca sormuşlar “”Ey Allah’ın Elçisi! Mazluma yardımı anladık da, zalime nasıl yardımcı olacağız?”. Efendimiz (s.a.v.) : “Zulmüne engel olarak” buyurmuşlar.
Sevgili peygamber efendimiz (s.a.v.)’in ve varisi alimlerin hayatlarını okuyunca görüyoruz ki, hayatı boyunca kendi şahsına/nefsine karşı yapılanları bağışlamıştır. Bundan genellikle rahmet hasıl olmuş ve muhatapları ıslah olmuş, Salihler safhına dahil olmuşlardır. Ancak yine görüyoruz ki: din-i mübine ve kendi şahısları/nefisleri haricindekilere karşı yapılan haksızlıklara karşı durmuşlar hakkın ilgilisine teslimi için her şeyi yapmışlardır. Özellikle Allah yolundaki çabalarında kendilerine karşı gösterilen zulmü “Kim Allah’tan korkar ve sabrederse muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatsız bırakmaz” müjdesine ermek için bağışlamışlardır.
Sevgili peygamber efendimiz mal ve para talep ederken peygamber efendimizi inciten henüz edep ve erkandan habersiz bir bedeviye bir müddet sonra kararan/moraran yerini göstererek “sana kıyas gerekir mi?” diye sorunca bedevi :”Hayır” der “çünkü sen kötülüğe kötülükle cevap vermezsin”. Nakledilen bir diğer hadise ise : Kendisine has ismiyle hitap ederek “İki devemi de yükle. Sen ne kendi malından ne de babanın malından veriyor değilsin” diyen henüz edep dairesine girememiş birine ashabın gösterdiği tepkiye engel olarak, istediğini vermesidir.
Cennetmekan hocamızın sohbetlerde tekrarladığı sözlerden biri de :”Kötülüğe kötülük her kişinin harcı, kötülüğe iyilik er kişinin harcı” idi. Gerçekten de nefsimize yapılanları güzellikle savuşturabilirsek karşılığında hem haksızlığı yapanın ıslahına hem de vaat edilen mükafatlar ereriz, Allah’ı izniyle.
Bunun yanında başkalarına yapılan haksızlıklara, toplumun haklarına karşı yapılan zulümlere ve imanımıza/değerlerimize karşı yapılanlara ise makamımız/mevkimiz nisbetinde müdahil olabilmeli ve haklı ile haksızı ortaya koyararak haksızlığı ortadan kaldırılması için çalışmalıyız. Bu makam/mevkimizin verdiği güç oranında “Fiilen”, “Lafzen” veya “buğzen” olabilir. Buğzen mücadele hiç olmazsa İbrahim’in (a.s.) ateşini söndürmeye su taşıyan karınca misalidir. Ama yukarıda da naklettiğimiz gibi sevgili peygamberimiz (s.a.v.) “buğzen” olanını imanın en alt derecesi olarak görmektedir. Peki haksıza zalime buğz dahi edemiyor isek biz iman bakımından ne derecedeyizdir?
Mehmet Akif merhumun dili ile :
“Zulmü alkışlayamam,zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.”
Bu tavır, tebrik edilesi bir tavırdır. "Zulmü alkışlamamak, zalimi ASLA sevmemek, bir menfeat için geçmişe sövmemek, mazlumun halinden (bir vücudun azaları olmak hasebiyle) etkilenmek, zulmü ortadan kaldırmak için kamçı-çifte yemek, kayıtsız kalmamak, hakkı tutup kaldırarak hak sahibine vermek" ne büyük bir onurdur.
Yüce Allah (c.c.) bizi kendisine inanan kullarından eylediği gibi, haksızlıklar karşısında (gücünün son noktası ile) mücadele edenlerden eylesin. (âmin)