Arkadaşımız Betül Şatır’ın Hatice Kaymakçı Hanımefendi ile yaptığı röportajın ilk bölümünü istifadenize sunuyoruz.

Kuşaklar boyu İstanbullu olanları hep kıskanmışımdır. Ama nedense çok azdır böyle kişiler. Çok nadir rastlarsınız bu devirde dokuz göbek İstanbullu olanlara. Eskiye dair bir film izlediğimde kendi isteğimle gönüllü olarak tüm karelerine inanasım gelir. Arnavut kaldırımlarda yürüyen, geçmişlerden bir karakter olmayı isterim hep. Eskilerden bir hanımefendi, tarihin lavanta kokan sayfalarında kendi halinde bir figüran olmayı isterim nedense. Sizleri İstanbul’un hem ikbalini hem de idbarını yaşamış bir ailenin kızıyla tanıştırmak istiyorum. Eski İstanbul kavramı sizlere neler çağrıştırıyor bilemiyorum. Ama onu bütün mekânları, insanları, mevsimleri ve ruhuyla yaşayan ve yitiren bir kişiye elbette katlanılmaz acılar veriyordur diye düşünüyorum. Ellerini babasının güçlü parmakları arasında güvenceye almış sekerek yürüyen bir kız çocuğu anlatıyor bize İstanbul’u. Annesinin sağlığından başka bir armağan istemeyen kurdelesi rüzgârda uçuşan masum bir çocuğun dilinden İstanbul’u dinlemek isteyeceğinizi düşündüm. Gerçek İstanbulluların mütevazı hayatını anlamamız için önemli ipuçları bulacağınız bir söyleşi. Adabın, muaşeretin asaletin kaynağı olan bir şehirdir İstanbul. Ve buradan dünyaya dalga dalga yayılmasına alışılmış, umut bağlanılmış bir kenttir. Kültür başkenti olan İstanbul’da bu duyguların tazelenmesi, tekrardan yeşermesi umuduyla hiç bölmeden aktarmak istiyorum bu mülakatı. Saygı ve sevgi duyduğumuz bir ablamız, Hatice Kaymakçı hanımefendi ile yaptığımız röportajı ilginize sunuyoruz.
Gözünün önünde yıl yıl değişen ve başkalaşan İstanbul’a ici acıyarak bakıyor ve ondan artık kaçıyor. Tüm ülkeyi kapsayan şımarık bir zenginlik, yoksulluk, cahillik ortamına küsüp, teselliyi anıların kimi iç burkan kimi de mutlu eden detaylarında gezinmekte buluyor. Ve o anılar arasından eski bahçeleri, deniz kıyısı gezintilerini, neşesi kaçmış eşyaları, kadınların kış hazırlıklarını, orta halli mutfakları, misafirlikleri, komşulukları, bayram ve paskalya sofralarını, gidenleri ve kalanları anlatıyor.
B.Şatır: Sizi tanıyabilir miyiz?
H. Kaymakçı: 11 Mart 1962 tarihinde İstanbul Fatih’de dünyaya gelmişim. Künyem: Perihan’dan olma Ahmet kızı Fatma Hatice olarak kayıtlara geçmiş. O günlere dair merak yüklü sorularımdan birine validem: “Şevvalin dördüncü günüydü ve sen erkenciydin” deyivermişti.
İsmin insan üzerinde görünmez bir tesiri ve etkisi vardır. Zaten insan da ismi ile vardır öyle değil mi?Evlada karşı yüklenilen bu önemli ilk görevde taşıdıkları hassasiyet dolayısıyla ömrüm boyunca aileme minnettar kaldım ve kalacağım. Çünkü ismimin beni her daim götürdüğü yer Hz. Hatice’nin kişiliği, kimliği, özellikler, güzellikleri olmuştur. Bana her Hatice denildiğinde gözlerimin önüne rüyamda gördüğüm şekliyle Hz. Hatice validemiz gelir. Ve yine rüyamdaki gibi O’na hasret, hürmet, sevgi, aşk, bağlılık, itaat, imrenme, özenme, özlemle benzeri duygularla sarıldığımı tahayyül ederim. Ne yapayım? O, benim için bir örnek, bir sembol kısacası, varılacak yoldu.
B.Şatır: Nasıl bir mahallede dünyaya geldiniz? Komşularınız kimlerdi ve komşuluklar nasıldı?
H. Kaymakçı: Doğduğum sokak, bu günün deyimiyle sur içi İstanbul’un en nadide semti Fatih’in Zül’ali çeşmi sokağı. Kimler mi vardı sokağımızda? Şadiye Hanım teyze. İsmet İnönü’nün ağabeyi askeri doktor Albay Ahmet Temelli’nin muhtereme hanımı Behiye Temelli. Vefat etmiş eski bir Osmanlı Paşasının hanımı olması hasebiyle bütün sokağın Paşa Teyze diye hürmet ihtiram hürmet gösterdiği Paşa Hanım. Beş vakit namazını cemaatle edaya titizlik gösteren Albay Emin Bey. Onun örtüsüne sadık (ve paşasının vefatından sonra tesettüründen sıyrılan Paşa Teyze ile tatlı rekabet yaşayan) hanımı Şahver Hanım Teyze. Albay Emin Bey ve Şahver hanımın avukat oğulları Ferit Bey amcamız.
Kendisi Çanakkale Savaşlarına katılıp şehitlik mertebesine yükselirken sokağımızdaki evini beş kızına bırakan Doktor Cemil Bey. Cemil Bey’in kızları Mimar Selman Hanım, Eczacı Cahide hanım, zihin özürlü Güzide hanım, Doktor hanım ve diğer kızları…
Yahudi iken İslamla şereflenen, Fatma ismini alan, fakat nedendir bilmem sokak sakinlerinin dönme Fatma hanım diye künyelediği teyzemiz. Tiyatro oyuncusu Tevfik İnce (Çok şişman bir amca olduğunu; çocukları sevdiğini ve vefatı esnasında sokağın tek bir aile gibi bütünleştiğini çocukluğumun sisleri içinde net bir şekilde hatırlarım)
Mebusun gelini (hangi mebusdu bilmiyorum) Cemile hanım. Rahmetli babaannem, Cemile hanımı ziyarete giderken beni de götürürdü yanında. Osmanlı’dan o yıllara dek azala azala da olsa gelebilmiş evlatlık sistemini Cemile hanım teyzenin evinde tanıdım ben. Evdeki yaşıtım evlatlık kızın korkularına, çekinmelerine, isteklerine, arzularına kedini dizginleyen sabrına, ürkekliğine en acısı işittiği haksız azarlara şahitlik etmişimdir küçük bedenimle. Ve isyan etmişimdir yüreğim onun haksızlık karşısında akan inci timsali gözyaşlarına. Ve yine öğrenmişimdir ki; güçlünün haklı olduğu yerde, arayınız, mutlaka bir mazlumun gözyaşını bulacaksınız.
Karani Amca, Arnavut Hüseyin Amca, Kaptan Amca, Polis Mesut Amca arkadaşım Müge’nin babası Zabıta Müdürü Selahaddin Amca, Nadide Teyze, Uzun Fatma Teyze (topladığı eski giyim eşyalarını tamir eder, yıkar, ütüler ihtiyaç sahiplerine ulaştırıdı)
Anneleri ile beraber yaşayan, Müslim-gayri Müslim kaynaşmasının tipik örneği Madam Teyzeler. Evleri evlerimize bitişik, evlerimizin arkalarında bulunan mütevazı bahçelerimizde birbirimizin yetiştirdiği sebze ve meyve ile ikramlaşmanın hazzını duyduğumuz ayrıca Paskalya’da bize renkli yumurtalar gönderen muttaasıp Hıristiyan inancı ve onlara kurbanda et, kandilde helva sloganı ile karşı ikramda bulunan validem, babaannem yani bizler, mahallenin Müslüman kesimi.
B. Şatır: Nasıl bir iletişiminiz vardı?
H. Kaymakçı: Her türlü güzellik mevcut. Ama asla zıtlaşma yok. İlişkiler latif, konuşmalar alakalı ve hürmetkâr, kusurlar setr edilmeye muhatab. Ve laf taşımayı asla düşünmeyen. İnancın abideleştirdiği çocukluğumun hanımlardaki gayr-ı müslimi hor görmeyen o engin hoşgörü.
Bakkalımız. Evet tabi ki vardı bakkalımız. İnanır mısınız ismi unutulmuş bilinmez bir bakkal amcaydı bizimkisi. Beraber çalıştığı yeğeni tarafından “dayı, dayı” diye çağrılmasından dolayı adı; Dayı Bakkal. Dayı Bakkal bir süre sonra bütün sokağın dayısıdır artık. Dayıya gitmek bakkala gitmek sözüyle eşleştirilmiştir adeta. Bir kilo pirinç, yarım kilo şeker, bir avuç bisküvi, ekmek, gofret, ciklet. Biz çocuklar için ille de ciklet. O yılların moda markası Golden, veya üstündeki zenci resmiyle Zambo. Fiyatı 25 kuruş.
Yolda karşılaşanlar sorarlar; Nerden? Dayıdan geliyorum. Kadınlar sokakta oynayan çocuklarına seslenirler “Ali, Ayşe… Dayıdan üç yumurta, yarım kilo şeker alıver.” Dayı bakkal evlerin uzantısı, adeta her evin uzvudur. Kibar, sabırlı, çalışkan, gayretli dayı bakkal da bunu bilir ve mütevazı ruh dünyasında; gözlerine gelen tatlı pırıltılarda okuduğumuz haklı gururunu, belli belirsiz hissettirir bizlere…
İşte benim doğup büyüdüğüm sokağım. Ve sokağımın insanlarından bazıları. Hepsini anlatmayacağım. Çünkü buna ne benim gücüm yeter ne de sizlerin sabırlarınızı o derece
Validem der ki “gelin geldiğim zaman (1956) evimizin terasında hem çayımızı yudumlar hem de Yenikapı sahilini nazlı nazlı süzülen gemileri temaşa eylerdik”. Şimdi ise ben bakıyorum; sokağın hemen arkasındaki Akdeniz caddesini bile görmekten mahrum edilmiş çepeçevre binalarla kuşatılmış adeta nefes almakta zorlanan bir müebbet hapis mahkümü. Bugün sokağın can damarları kesilmiş, yaşadığı güzel günleri özlemini; uğurladığı her bir cenaze ile daha fazla yaşayan, insanlara küskün, zamana kırgın, yaşadığı ve yaşattığı güzellikleri sinesine gömmüş, sessiz, suskun, durgun ve mahzun.
HADİSAT, YAŞADIĞI ZAMAN VE GEÇTİĞİ YER İLE VAKİ’DİR. Dün dünde kaldı. Evet, dünü geri getiremeyiz ama onun güzelliklerini, letafetini, zarafetini, hassasiyetini, kibarlıklarını, hoşgörüsünü bu güne taşımak bir insanlık borcudur, vazifesidir, mukaddes bir ödevdir diye düşünüyorum.
B. Şatır: Bize güzel anılarınızdan, eskinin güzel hatıralarından bahseder misiniz?
H. Kaymakçı: O halde sizlerle o güzellikleri paylaşmak isterim bu yazıyla. An be an büyüdüğüm o yılları bizlere yaşatılan öğretilen incelikleri kabım kadar, yani alabildiğim kadar ulaştırmaya çalışacağım. Kalemimden kırık dökük kâğıda akan her bir cümlede beraber olmak bahtiyarlığı ile şereflendiğim o güzel insanların rayihasını okuyucuma ulaştırmaktır niyetim. Gayret bizden tevfik Allah (c.c) dandır.
En güzeli babacığım. Gerçek bir İstanbul beyefendisi idi o. Cumhuriyetin ilk yıllarında dul kalmış müteahhit bir babanın iki evladından küçüğüydü. Erken çocukluk dönemi Fındıklı, Cihangir, semtlerinde sonrası ise vefatına kadar Fatih’te geçti. Babamda, tanıyan herkesin şahit olduğu güzelliklerini beş yaşında emr-i hak ile ayrılmak zorunda kaldığı annesinin terbiye metotlarından; yaşadıkları muhitteki herkesin birbirini sahiplendiği o engin koruyucu mahalle dokusundan kaynaklandığını düşünüyorum.
İstanbul’da evlerde henüz su şebeke sisteminin işlemeye başlamadığı 1930’lu yıllarda mahalle çeşmesinden su taşıyan babam ve ona “Ahmet Efendi oğlum” diye hitap eden sokağın (Mutemet Sokak) saraylı hanım teyzesi. Osmanlı Sarayına çırak alınıp yetiştirilen; çeyizi düzülüp evlendirildikten sonra yaşadıkları muhitlerde “ Saraylı Hanım” lâkabı ile çağrılan hanımlardan bir hanım.
“Bak Ahmet Efendi oğlum. Buradan her su aldığında çeşmeye yaptıranlara hayır dua et. Ruhlarına Fatiha oku.”
Küçücük çocuklara bile Efendi oğlum hitabının layık görüldüğü bir terbiye sistemi. Herkes herkesin çocuğu ile alakadar. Tecessüs yüklü bir alaka değil; koruma, kollama, terbiye, kontrol ve muhafaza etme ağırlıklı bir ilgidir bu. Evlerin duvarlarını, kapı ve pencerelerini aşan, bütün mahalleyi tek bir ev gibi müşahede ettiren, yaşayanların bütünün parçası olmaktan daha doğrusu aidiyetten dolayı kendini güvende hissetiği komplike bir yapı.
İşte o yıllarda şahit olur babamın gözleri, sokaklarındaki gereksizdir diye yıkılan caminin; bir türlü yıkılamayan minaresinin bağlandığı ip ile adeta sürüklenerek çekilip götürülüşüne. Bu günkü Akdeniz Caddesi ile Belipaşa Caddesi kesişimi noktasında var olan kuyudan aşağıya Vatan Caddesi büyük bir dere ve dere kenarı eşkıya yatağıdır. Büyükleri ikaz eder babamı ve diğer çocukları: “Aman ikindiden sonra kuyudan aşağıya doğru gitmeyin, eşkıya sizi kaçırır.”
Ben dahi hatırlıyorum bugünkü Vatan Caddesi çevresindeki o yılların bostanlarını ve oralarda büyük bir iştiyakla çalışan Arnavut bahçıvanları. Hatta Emlak Kredi Bankası blokları 1970 li yıllarda yeni yapıldığında kendi kendime şöyle demiştim “Banka buraya niçin ev yaptı? Burası oturulacak yer değildi. Yazık emekleri boşa çıkacak.”
Bugün dört gidiş-dört geliş işleyen yoğun trafiği ve çevresini tamamen kaplayan binaları ile Vatan Caddesi; benim haksız, Emlak Kredi Bankasının İstanbul işgalindeki ileri öngörüşün şahididir.
İşgal sadece Vatan Caddesinde değildi. Bütün İstanbul’u adeta bir kanser hücresi gibi saran bir zincir, bir kelepçeydi. İstanbul adeta talan edildi. Yağmalandı. Nasıl mı? Yenileşme, şehirleşme adına yapılan yeni yollar ve binalar İstanbul’un mazisindeki o harika zengin tarihi dokuyu adeta bir buldozer gibi yerle bir etti. Eski olan her şey kötüydü ve imha edilmeliydi. Canım İstanbulum! Zarafetin ve ince güzelliğin içinde ne güçlü bir ruh taşıyormuşsun ki; bu han-ı yağmaya tahammül edebildin. Tamamen olmasa da kısmen kalabildin. İyi ki kalabildin. Bu yüzden diyorum ki; İstanbul’un başına gelen en kötü şey; İstanbulluyu azınlık hale getirecek bir hızla İstanbullu olmayanlarla dolmasıdır. Bu; o kadar hızlı oldu ki şiddetinde İstanbul terbiyesi, zarafeti, inceliği, güzelliği, kibarlığı, hanımefendiliği, beyefendiliği adeta eridi yok oldu.
Bildiklerimin hepsini anlatmaya bu yazının hacmi müsait değildir. Anlattıklarım bildiklerimin birazıdır. Gerçekten de kaybolan bütün güzelliklere çok ama çok yazık.
---
Çocukluğumun İstanbul’un da evler odun, kömür sobaları ile ısınırdı. Yakıt ihtiyacını yazdan karşılayan sokağımızın durumu nisbeten iyi olan aileler; eylül ekim aylarında erişip de yağmurlar başladığı halde, kışlık tedarikte bulunmayan komşuları gözetir sahiplenirdi.
Bayram çocukları için; içine ev sahibinin maddi durumuna göre kâğıt paraların konduğu ipeksi dokunuşlu mendiller, yaşlılar için el öpmeye gelecek küçükler ve bu bayramı da gördük şükür, hanımlar için değişik orijinal bir bayram tatlısı ortaya çıkarma, erkekler içinse, vakarın içinde tevazünün, ciddiyetin içinde tebessümün, hayırın yanında evetin bulunduğu bir koruyucu sahiplenme duygusu idi.
Hele ki kurban bayramları. İki üç gün önceden alınan süslenip kınalanan,yedirilip, içirilip sevilen sonra da adeta şefkatle Allah (c.c) kurban edilen koçlar.
Küçük kamyonet kasalarında sokağımıza teşrih eden bu sevimli hayvanlar çocuklar tarafından alenen; hanımlar tarafından perde arkalarından takip edilir, girdiği ev işaretlenir. Ta ki bayram günü kurban kesmeyen evler bilinsin ve onlara özellikle kurbanın en güzel yerlerinden en bol etler gönderilsin diye. Asla dile dökülmeyen ama gönülleri hoş eden lisanı hale ikramlansın diye. Herkesin komşusuna sahip çıktığı ne güzel günlerdi o günler. Bunu vazife duygusu ile yapan, yapması gerektiği için yapan, karşı tarafı asla incitmeyen zarafet ve inceliği bugün bir yitiğim gibi aradığımı itiraf etmeliyim.
Kurban etiyle açılan oruçlarımı, her gelene kurulan et ağırlıklı bayram sofralarını, adettir başka türlü olmaz diyerek babaannemin dedemin elini öpüşünü, aramızda dört yaş fark olmasına rağmen ikinci babam hükmünde gördüğüm ağabeyimin elini öpüşümü, sokağımızda özel binek otomobile sahip sadece iki aile oluşunu, merhum 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü nün hanımı Mevhibe İnönü’nün sokağımızın medarı iftiharı Behiye Temelli’yi büyük elti sıfatıyla ziyarete gelişini, çıkan her bir cenazede aynı acıya kilitlenmiş yekvücut; gelen veya gönderilen her geline sevinci dorukta birliktelik.
Bunlar benim hayallerimi dolduran, mazinin zengin hatıralarından birkaçı.
İlköğretimimi Hırkayı şerif ilkokulunda almak nasip oldu. Öğretmenimiz ilk Cumhuriyet yıllarında Anadolu’nun muhtelif yerlerinde vazife yapmış Şefika Hanım. Biliyor musunuz ben ve sınıf arkadaşlarım beş yıl boyunca hiç ama hiç kalemtıraş kullanmadık. Çünkü öğretmenimiz kalemtıraşla açılan kalemin daha çabuk tükeneceğini öğretmişti bize. Bir günde yaptığımız dört saati için ders başına bir kalem itibariyle evde uçları bıçakla inceltilmiş dört kurşun kalem getirirdik okula her gün. Bazen muzip bir arkadaşımız özenip de yanında kalemtıraş getirse veya kalemtıraşla açılmış bir kalemle; öğretmenimiz herhangi birimizin elinde tesadüf etse o esnada yüzünün aldığı ifade bugün dahi hafızamdadır.
O yıllarda bize öğretilen; sadece öğretmenlikle kalınmayıp hafızalarıma kazınan iktisatlı olma duygusu bugün de bana hâkim. Çünkü çocuklarımın kalemlerini her kalemtıraşla açtığımda sanki tıraşladığım kalem değil de ağaç veya orman gibi gelmektedir bana. Aynı tutumluluğu diğer bütün eşyalarımıza da hakim kılan öğretmenim; bize öğrettiklerine arkanda bıraktığın güzel sözler senin hasene defterine kaydoldu melekler tarafından.
Yine karne günlerimize ait bir uygulama: dönem sonu karneler dağıtılır. Karnesini alan öğrenci onu hiç bakmadan notlarının olduğu bölüm altta kalacak şekilde sırasının üzerine koyar. Dağıtım bittiğinde herkes evine yollanır kural yolda da devam ederdi. Evine gidene kadar kimse karnesine bakmayacak. Bu uygulamayı beş yıl boyunca, yani 10 dönem tatbik etti öğretmenimiz. Sebebi ise basitti: kimse karnesinden dolayı arkadaşlarına karşı gururlanmasın veya utanıp mahcup olmasın.
Nurlarda yatın öğretmenim…
Yine baba, önünden geçtiğimiz “Koyun Baba” türbesi için “kızım buradan Fatiha okumadan geçme” sözü benim için önünden geçtiğim her kabristan veya türbe için söyleniyor. Ve ben, bu alışkanlığımı elhamdülillah, çocuklarıma aktarabilmiş olmaktan dolayı müsterihim.
Yine bir gün… Çocukluğumda… Uzanıp yatıyorum somya divan üzerinde. Az sonra babamı yanıma gelmiş buluyorum. Önce yanaklarımı okşuyor, sonra da soruyor “hasta mı sın?”, tebessümle “hayır” diyorum. Babam noktayı koyuyor: “hasta değilsen, büyüklerinin yanında yatılmaz”. Yaylı bir oyuncak gibi fırlıyorum yattığım yerden. Öyle tesirli ki bu söz, yıllar sonra apandisit ameliyatı olduğum zaman bile babam odaya girdiğinde yattığım yerden kalkmaya çalışacağım. Bu kez babam beni yatıracak ve “kızım, şimdi yat” diyerek yine yanaklarımı okşayacak.
Sözün en tesirli olabileceği bir zamanda en kısa ve etkileyici kelimelerle muhatabına ulaşması prensibi ile yola çıkan babam. Bize, asla lüzumsuz bir şey söylemeyen babam. Ve onun bize hitabını an be an bekleyen bizler. Asla gereksizce konuşmadığını bildiğimiz için, söylediği her kelam, sevgi haleli bir emir atfediliyor tarafımızdan ve tatbik ediliyor.
Evimizin demir leydisi ise hürmete şayan bir insan olan babaannem. Anne ve babasını küçük bir kızken kaybeder. Akrabasından Hâkim Ömer Efendi ve zevcesi Hatice hanımın himayesinde onların Zeyrek’teki konağında büyür. Beybabam hanımannem dediği bu muhterem kişilere geçen, İstanbul’da İngiliz işgalinin olduğu yıllar; çocuk muhayyilesine bütün zorlukları ve yokluklar ile kazanır. Onun çocuk hatırası beybaba Hâkim Ömer Efendinin (babaannemin deyimiyle) Yıldız davasına bakan hâkimlerden olduğu ve bazı işler için konağa gelen misafir mebus beyler için Hatice hanımın aşçıdan özel yemekler istediğini de aktarmıştır bizlere.
Uzun yıllar sonra evimizde; o yemekler babaannemin maharetli ellerinde bizlere ikramlanmak üzere şekil bulduğu zaman herkes; “Hikmet hanımın enfes yemekleri” cümlesini hak edilmiş bir iltifat olarak sarf eder.
Yine ondan duymuşumdur; İstanbul evlerine şehir şebeke suyu bağlandıktan sonra bile Hatice Hanım, küçük bir kaptan akan ipincecik su ile abdest alır. Gerekçesi ise şudur; “Kızlarım, yolculukta herkes idareli davranır. Mühim olan varlıkta israftan beri olabilmektir.”
Ve meşhur şapka devrimi. Hâkim olması hasebiyle beybaba Ömer Efendi, başındaki yeni serpuşu ile eve geldiğinde zevcesi Hatice Hanım, evin en üst kat sahanlığından bakar ve yeryüzündeki binbir acının okunmaz derecede karıştığı buruk ifade ile gider başını örter ve der ki babaannem; “Bir daha hanımannemi beybabamın yanında asla başı açık görmedik. Hep örtülüydü.” Hepiniz Allah (c.c) rahmetine nail olarak nurlarda yatınız güzel insanlar…
Beş vakit namazını her vakit Fatih camiinde kılan, vefatında da cenazesi oradan kalkan, namazlarını sarık sararak kılmak alışkanlığı olan dedem. Evimizin ikinci demir leydisi, bakışlarıyla bile bize hükmeden annemin her yanı kuşatan geniş otoritesinden kaçmak istediğimiz zaman bizim için sığınılacak liman olan dedem. 2–3 ay süren uzun hac yolculuklarındaki bugün ancak idrak edebildiğim derin manayı; o yıllardaki çocuk dünyam ile incik, boncuk v.s. olarak bildiğim dedem.
Kazancının ve mesleğinin doruğunda iken bazı iş ilişkilerinde faize bulaşabilirim (tozu bile olsa) korkusu ile dünyalık bu kadar yeter diyerek kendine işten el çektiren. Ramazanın 30 günü boyunca bir çanta dolusu fincanla zemzem bidonu ile Fatih Camiinin de senelerce iftar ettiren. Gönenli Mehmet Efendi Hazretleri ile dost olan ve onun talebelerine özel ihtimam gösteren, onları gücü yettiğince diş kiralı iftarlarla ikrâmlayan dedem.
Onun “para, harcarken kazanılır” felsefesi ile varlık içinde tutumlu olmanın ve iktisadın doruğa çıktığı, israf haramdır sözünün hakim olduğu ortamda, aşırılığın yanlışlığına küçücükken programlanan beyinlerimiz. Varlık içinde ama tutumla.
O yıllarda her meyve ve sebze mevsiminde yenir. Dolayısı ile özlenirdi. Bahar gelir; çağlalar, yeşil erikler, malta erikleri, çilekler turfanda olarak dolduruldu manav dükkânlarını ve semt pazarlarını (ben hiç market görmeden büyüdüm). Validemle çıktığımız Pazar alışverişinde hatırlarım, “bu hafta henüz pahalı, haftaya biraz daha ucuzlasın alırız.” sözü ile yedi günlük bir bekleyişi daha yerleştirirdik zihinlere. Büyüdükçe anlayacaktım ki; validem o turfanda meyvelerden istediği miktarda alabilecek mali kudrete sahip olduğu halde bizlere sabrı, sebatı, tahammülü ve beklemeyi öğretmek kasdıyla böyle davranırdı.
Acaba; bugünki çocuklar da hepimizin şikâyetçisi olduğumuz doyumsuzluk, tatminsizlik, beğenmezlik, sabırsız, sınırsız, hadsiz, hudutsuz öfkelerin sebebi her isteklerin her an hemen karşılanıyor olmasından kaynaklanıyor olmasın?[/align]